Ünlü Radyocu Cem Arslan, Hülya Okur’a konuştu. İşte röportajdan bazı çarpıcı başlıklar: “Gezi’den sonra gergin bir ortam bizi bekliyor…Halk, devletten önde…Türk insanı Camiyi de bilir, Anıtkabir’i de…Gezi hareketini devrimcilikle sınırlamak haksızlık olur…Sokak trendi başladı…Aleviler tek ses olamıyor…Çoğu insanın mevcut yapıyı yıkmak gibi bir derdi yok”
“Herkeste hem aklı hem fikri bir arada bulamazsın, kainatın ahenkini kavrayan akıl olmadan etrafını göremezsin, küçük ve sönük akıl gözü ile en fazla yakınındakileri farkedersin, karışan renkleri akıl küpü ile bulursun, tuzakları akıl oyunu ile yıkarsın, hak ve hakikati akl-ı selimle takip edersin, derin mes’elelere Halis olursan erersin ama galiba bütün bunlara sahip bir Cem Arslan olamazsın”
Not:Üç yüze yaklaşan röportajlarımın içinde en “tuhaf” olanı sizlerle…
“KÜÇÜKYALI’DAKİ HATIRALARIMIZ ÇOK İŞİMİZE YARIYOR”
25 Mayıs 1970 Erzincanlısınız, Akdeniz Ateşi rahatsızlığının dışında nasıl kodlarınız vardı, çocukluğunuz nasıl bir hayatı taşıyacağınızın sinyallerini verdi size?
Doğma büyüme İstanbulluyuyum, Küçükyalılıyım, benim doğup büyüdüğüm yıllarda bir balıkçı kasabasıydı, yazlık evler vardı, insanlar yazlarını geçirmek için Küçükyalı’ya gelirdi, bizim de marketimiz vardı. Küçükyalı’da; demokratik, güzel ve Türkiye’nin tüm renklerini bir arada yaşayabileceğimiz bir ortam vardı, azınlık olan komşularımız da vardı, dönemin çok ünlü televizyon ve spor yıldızları da vardı, biz bunların hepsinden çok değişik tatlar aldık. Çok değişik alt yapıdan gelen insanların bir arada nasıl güzel yaşayabileceğinin kodlamasını çok iyi aldık ve bugünlere geldiğimizde Küçükyalı’daki o hatırlarımız çok işimize yarıyor. Ülke şimdi bir dar boğazdan geçiyor, yine değişik düşünceler alevlenmeye başladı ve herkesin bir arada nasıl yaşayabileceğine dair fikirlerimizi, o günlerden kalma duyguyla verebiliyoruz.
Bir Küçükyalı ortamı arıyorsunuz belki de…
O pek aramakla bulunabilecek bir şey değil. Ama inşa etmeye çalışıyoruz, çünkü o zamanlar değişik ve güzel bir ortam vardı, biz bunu tekrar yapabiliriz diye düşünüyorum.
“RADYODA SAAT PİLİ GİBİ BİR GÖRÜNTÜMÜZ VAR”
Bakkal çırağı olduğunuz, kamyonetinizle hâl’de çalıştınız, beyaz eşya işinde bulundunuz. Bir radyo kutusuna sığmak için kendinizden vermeye devam mı ediyorsunuz?
Biz saat pili gibiyiz. O küçücük şey saatin içine yerleşiyor, ve o küçücük şeyden nasıl enerji çıkıyor diye herkes düşünüyor, bizim de radyoda saat pili gibi bir görüntümüz var. Küçük bir stüdyodan dünyaya ulaşıyoruz. Sıcak Merhabamız, sadece yurt içi değil, yurtdışındaki Türklere de ulaşabiliyor. Evet, benim çocukluğum biraz zor geçti, bakkal çırağı olarak başladık, o kadar fazla iş yaptık ki, o zamanlar çok şikayet ediyorduk, “Bütün çocuklar oynuyor, biz çalışıyoruz” diye. Fakat bugünlere geldiğimizde çocukluğumda ve devamlı çalışmak zorunda olduğum ortamlarda elde ettiğim tecrübelerin bana çok yararlı olduğunu görüyorum. Allah bana o ortamlarda sadece saksı-bitki gibi bulunmayı değil de, o ortamları okumayı da nasip etti. O ortamları okuyabilip, öğretiler alıp, programımıza taşıyabildiğiniz vakit, bu güzel bir karışım oluyor.
“REYTİNG VEYA TAKİPÇİ SAYISI İLE İLGİLENMİYORUM”
1994’te radyoculuğa başladınız, 10 yıllık deneyimi Radyo Fener ve Radyo Klas’ta edindiniz. 13 Aralık 2004’te de Best Fm’de ilk programınızı yaptınız. Radyo dünyasındaki yerinizden memnun musunuz, nasıl bir boşluğu doldurduğunuza inanıyorsunuz?
Ben konunun bu yönlerinin vakit kaybı olduğunu düşünüyorum. Best Fm’de herkes profesyonel olarak, işinin en iyisini yapıyor. Yayınımızı en iyi şekilde yaptıktan sonra; Genel Kurulumuzdan, reyting departmanımızın incelemesini yapan halkla ilişkiler departmanımıza kadar çok ciddi bir ekip var. Ben, reyting veya takipçi sayısı ile ilgilenmiyorum. Onlarla ilgilendiğiniz zaman arzu edilen insanların duymaktan hoşlandığı şeyleri söyleyebileceğimizi zannetmiyorum çünkü bunların hepsi için enerji gerekiyor. Bir baba maaşını aldığı zaman kirasını, elektriğini ödüyor, çoluğunun çocuğunun boğazından helal lokma geçmesine uğraşıyor ama yine bir baba düşünün at yarışına gidiyor, parasını yan işlere harcıyor. Ben de enerjimi yan işlerle harcamayı düşünmüyorum. 18 yıldır yayın yapıyorum, ilk günden beri şuna inandım, iyi ve doğru şeyler yaptığınızda, insanların duymaya ihtiyacı olan konulara dokunabildiğinizde, sokaktaki vatandaşın derdini yayına taşıyabilir hale geldiğinizde zaten programınız dinlenir hale geliyor, siz takip ediliyorsunuz. Ben sonucu öğreniyorum, iyi bir şey duyduğumda da kendimle ve ekibimle gurur duyuyorum.
“TAYYİP ERDOĞAN İLE AYNI DURUMDAYIZ”
Radyo dünyasındaki yerinizi, Türkiye’de sağlayamazsınız çünkü 18 yıldır yayın yapıyorsunuz, bugün Tayyip Erdoğan da aynı durumda. Kimilerine göre 21 milyon oy almış, çok önemli bir oluşum, kimilerine göre hiçbir şey. Türkiye’de ne yaparsanız yapın birilerine göre çok şey, birilerine göre hiçbir şeysiniz. Ben bu konuların takibini çok yapmıyorum açıkçası.
“TÜRK İNSANINI İYİ TANIYORUM”
Onu yapmıyorsunuz ama toplumsal çıkarımlar sizin için önemli. Radyoculukta en önemli enstrümanınızı, Türk insanın mantığını çok iyi bilmek olarak gösteriyorsunuz. Türk insanın mantığı en çok neye yakın? Doğru bildiği şey konusunda Türk halkını ikna etmek kolay iş mi?
Maalesef biz hayatımız boyunca küçük hesaplar yapmaktan, büyük hesapları kaçırmış bir milletiz. Küçük kazançlar, kısa yoldan zengin olmaya çalışmak veya bir yere kestirmeden gireceğim diye ters yönlere girip trafiği iyice kitlemek gibi ulusal rahatsızlıklarımız var. Veya o günkü avantayı alabilmek adına, fotoğrafın büyüğünü yerinden sallamak gibi bir tarafımız var. Biz zamanında önlemleri pek almayız, sonra maddi-manevi kayıplar vermeye başladıktan sonra bir şeyleri yapmaya çalışırız. O zaman da, madem bunu yapabiliyorduk, zamanında niye yapmadık tartışması bize zarar verir. Ben hakikaten Türk insanını iyi tanırım. Türk insanlarının gerçeklerini çok iyi gördüğüme inanıyorum, yayınıma da bunları taşıyorum. Bir olay olduğu zaman konunun özüne inebildiğimi düşünüyorum, bu olay niye oldu, bunlar söyleniyor ama niye söyleniyor noktasında başarılı dokunuşlar yaptığıma inanıyorum. Burada çok üstün birisi olduğum için değil, çocukluğumdan bugünlere kadar değindiğim konular bana bu özelliği getirdi diye düşünüyorum.
“YAPTIĞIM YORUMLARA BEN BİLE ŞAŞIRIYORUM”
“RTÜK’E GELİNCEYE KADAR BİNBİRTANE SÜZGEÇİMİZ VAR”
“YAPTIĞIMIZ İŞTE İLLÜZYON VAR”
“GAZOZ AĞACI ASLINDA BİR ŞOV PROGRAMI”
“Kendi kendimin kara kutusuyum. Umarım tüm aramalara rağmen bulamam, kendimden kaçırdığım çok şey var. Belki daha sonra bulsam daha iyi anlarım” diye yazmıştınız. Kendinizden kaçırdıklarınıza rağmen hiçlik noktasına varmayışınızı neye bağlıyorsunuz?
Bazen ben bile yaptığım yorumlar karşısında, “Nasıl bu kadar uzun konuşabildim, bu konu aslında ilgilendiğim içinde olduğum bir konu değil ama ben bu konuda nasıl derin derin açıklamalar yaptım, konunun akademisyeni tadında dinleyicime bir şeyler verebildim?” diye sorduğum ve kendime şaşırdığım zamanlar olabiliyor. Eğer bunu yapabiliyorsam ve insanlara kendimi dinletebiliyorsam, “Ya bu nasıl oluyor?” diye fazla da incelememek lazım. Hepimizin evinde televizyon var, bu televizyon nasıl çalışıyor diye içini açmazsınız, içini açınca göremiyorsun ki. Nasıl olduğunun cevabı içini görmekle olmuyor ki, görmekle anlamak başka başka şeyler. Bizde çok fazla kurcalamıyoruz. Ben kendi kendimin kara kutusuyum’u işimizde illüzyonların olduğunu anlatmak için yazmıştım. İllüzyondan kastım, olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek değil ama zaman zaman bazı algılarda illüzyon yapıyoruz. Dışarıdan bakıldığı zaman şöyle bir algı var, “Cem Arslan diye biri var, gazeteleri, bütün bilgi kaynaklarını önüne alıyor, her yerden bilgi topluyor, bir de önünde mikrofon var, veriyor veriştiyor” diyor. Burada yayınsal illüzyon var bence. Aslında öyle değil, o kadar çok süzgeçlerden geçiyor ki, nerede başlayacağımız, nerede bitireceğimiz, hangi konularda nereye kadar gideceğimiz, nereden geri döneceğimiz vs. RTÜK’e gelinceye kadar beynimizde binbirtane süzgeç var aslında. Dışarıdan öyle zannediliyor ama içi öyle değil. Ama yoktan var ettiğimiz şeyler de var, o da bizim programda sadece siyaset konuşulmuyor, bu benim dertli olduğum konulardan bir tanesi. Bizim programımız aslında bir mizah, şov programı. Hayatta ne varsa (din, cinsellik, sağlık, gıda, magazin, kadın-erkek ilişkileri) bizim programımızda o var ama biz maalesef yaftalamayı çok seviyoruz. Mesela çoğu kişinin aklında, “Cem Arslan siyasete sallayan adam” olarak kalıyorsunuz. Gazoz Ağacı programını yapmak için o kadar çok tekniği bir arada kullanıyoruz ki, bunun içinde matematik var, kimya var, sosyoloji var…bir F1 pilotu aracı doğru kullanabilmek için vitesleri o kadar çok değiştiriyor ki, biz de aynen onun gibi çok vites değiştiriyoruz, ve her vites başka bir güç getiriyor bize.
“YÖNLÜ OLMAYI SEVERİM”
Süzgecin büyük deliklerinden biri de şiir. Komedyenin kırılması noktası adlı bir şiiriniz var. Atatürk isimli de…Şiir, yüreğinizden dökülenleri toplamanıza yardımcı oluyor mu, bir tek kendiniz için mi şairsiniz?
Atatürk şiirini ben yazmadım, ben sadece okudum. Ben şair değilim. Ben radyo programcısı kimliğimle bir çok şey yaptım; sinema filminde de oynadım, seslendirme yaptım, gazetede köşe yazdım, sitcom’da oynadım ama bu yaptıklarımın hepsi radyo programcılığının bana getirdiği popülarite ve yetenekle oldu. İki tane şiir yazınca şair olunduğunu kabul etmiyorum. Radyo programcılığının sosyal getirisiyle de bazı ürünler verdik. Ben şairim dersek, bugüne kadar kitaplar yapmış, kariyer yapmış kişilere haksızlık olur. Bir duygu patlaması oluyor, paylaşıyorsun, insanlar beğeniyor, seslendirme ihtiyacı duyuyorsun…Gazoz Ağacını dinleyici kitlesi yönlendiriyor. Bir senedir şiir yazmıyorum. Bunların hepsi birikim. Benim yazdıklarım, eğitim hayatımızda bize şiir diye öğretilen şeyin tam karşılığı mı, onu da bilmiyorum. Çünkü bizim yazdıklarımızda ne mısra var, ne kıta var. Ben yönlü olmayı da seviyorum. Ben doğayı da çok seviyorum. Olabiliyorsa atıl bir yerde de olsa bir çiftlik hayatı olsa ne güzel olur ama ben orada domates, biber eksem, üç tane koyun yetiştirsem, hayvancılıkla uğraşsam hemen çiftçi olamıyorum. Bir şeyi çok küçük bir dokunuşla başaracağınız mantığını da çok sevmiyorum. Ama amatörce de olsa sevdiğim konularla ilgilenmeyi beğeniyorum.
“HALK, DEVLETTEN ÖNDE”
“HALKIN TEKNOLOJİSİ, DEVLETİN TEKNOLOJİSİNDEN ÇOK ÖNDE”
“RADYO’DA SİGARAYI, İÇKİYİ “YASAK” DİYEREK BIRAKTIRMIYORUZ”
Ben yönlü olmayı severim, dediniz de… Sigarayı bıraktırma, emniyet şeridi ayıları…katkı sağladığınız bir çok projenin yanında bu tip kampanya çalışmalarınız oldu. Dinleyiciler, sizden en çok kendilerini eğlendirme mi, bilinçlendirme mi, yönlendirme mi faaliyeti görmek istiyor?
Bunları benim yönlerimden biri gibi düşünemeyiz. Bunlar programımızın ana fikirlerinden bir kaçı. Hepsini seviyorlar. Hayatın içinde ne varsa programımızda da o var. Dede, anneanne, torun aynı arabanın içinde olduğu zaman nelerden hoşlanırı birazcık düşünerek programımızı yapmaya çalışıyoruz. Türk insanı olarak en büyük problemimizi, halkın devletten önde olmasına bağlıyorum. Halkın teknolojisi, devletin teknolojisinden çok önde. Ve problem, devletin halkına yetişememesinden kaynaklanıyor. Yılmaz Özdil’in çok güzel bir yazısı var, şu anda bizi yönetenler, 7-8 yaşından itibaren kapalı devre, muhafazakar eğitim sisteminin içine sokuluyor, dış dünyadaki gerçekleri bilmeden, kapalı devre aldığı eğitimlerden sonra devlet yönetimine de adaydır bu kişi diye geliyor, bu şartlarda vatandaşın ihtiyacı, duygusu tam anlaşılamıyor, yöneticilerin verdiği kararlar, vatandaşın duygusuyla tam örtüşmüyor. Biz de vatandaşın duygusuyla örtüşen yayınlar yapmaya çalışıyoruz. Vatandaş, devletten 10 tur önde gidiyor, dünyanın gelişmiş devletlerinde bu böyle değil, bir sistem var devlet vatandaşın önünde, devlet vatandaşı adına bir pilot uygulama yapıyor, eğer keyif alıyorsa, “evet bu benim vatandaşımın kullanıma uygundur” diyorsa, ondan sonra vatandaşın kullanımına geliyor. Bizde ise öyle değil, önce vatandaş kullanır kullanır, devlet bir gün vatandaşın bir konuyu çok işlediğini hisseder, orada bir inceleme yapar, kazandırıyorsa kullanır. Mesela insanlar trafik sıkışıklığından motorsiklete yöneldi, uzak doğudan motorsikletler getirtildi, satıldı, sonra insanların motorsiklete yönelmesini fırsat bilen devlet hemen ötv’ye zam bindirdi, alım-satıma zam bindirdi, ilk önce bir şey kendi kendine değer kazanıyor, devlet onu fark edip değerini düşürüyor, böyle bir acayip yapı var. Vatandaşın istediği şeyleri konuşuyoruz mantığı buradan geliyor. Sigara, içki olayını, “Yapamazsın, yasak!” diye çirkin bir şekilde değil de, insanları ikna ederek, tek tek anlatarak yapıyoruz.
“GENÇ NESLİN TEK EKSİĞİ, SOSYALLEŞME”
“GENÇLERİN BİR ŞEY BİLMEDİĞİ KONUSUNDA YANILMIŞIZ”
Vatandaşın teknolojisi devletin önünde gidiyor, dediniz de. Genç nesil bu teknolojinin neresinde… Müzik, resim, stand up, yazarlık alanlarına ilgisi olan gençlere, “Medeni cesaretiniz az olduğu için çevrenizdeki insanlar sizi yönlendirdiğinde, kendinizi bu tavsiyelere kapatmayın” tavsiyesinde bulundunuz. Peki konuşmacı olarak katıldığınız üniversitelerde gençlerin medeni cesaret dışında geleceğin emanetini taşıma konusunda nasıl bir eksiğini yakaladınız?
Genç nesilde eksik bulduğum tek şey, sosyalleşme. Kendi arkadaş çevrelerinde birbirleriyle beraberken çok atikler fakat işin içine bir yabancı girdiği zaman, dışarıdan bir müdahale olduğu zaman soru soramıyorlar, yaklaşamıyorlar, konunun içine giremiyorlar. Mesela ben panelde bir şeyler anlatıyorum, soru-cevap bölümüne geçelim dediğimde, soramıyorlar, tıkanıyorlar. “Peki o zaman sorular bu kadar az, ben gidiyorum” dediğim zaman da, koridorda beni yakalayıp, “Ya ağabey bir şey soracaktım” diyorlar, demin niye sormadınız, orada soramadım vs. Sosyallik ve sosyal cesaret son derece düşük seviyede. Ama son zamanlardaki gezi olaylarında görüyoruz ki, bu sosyal yapının zayıf olması onları da birazcık hareketlendirmiş, onlar da kendilerinin bu durumundan çok fazla memnun olmamışlar, onlar da bir düzenlemeden geçiyorlar. Ben de dahil olmak üzere bir çok kişi şu hataya düşmüş; genç neslin bir şeyden anlamadığını, bir şey bilmediğini söyleriz ama gerçek şuymuş, gençlerin bazı konularda öncelik hakkını kullanıyor olması, onların o konudan anlamadığı anlamına gelmiyormuş, biz büyükler de bunu anlasak iyi olacak. Mesela bir genç, bilgisayarla çok vakit geçirdiği zaman, annesi derslerinle ilgilen, hep internet başındasın diye fırça atıyordu, Bakandan, Başbakandan haberdar olmadığını düşünüyorduk, ama öyle değilmiş. Öncelikleri farklıymış sadece.
“TÜRK İNSANI CAMİYİ DE BİLİR, ANITKABİRİ DE BİLİR”
“TÜRK İNSANI AKILLANDI”
“Bizim ulusal ideolojimiz renkli ama sorun; sağcı, solcu, ülkücü liderlerin bu gerçeği kabul etmeyip, oy almak adına sadece kendi değerlerini köpürtüp diğerlerini yok sayması…solcunun camiyi, sağcının anıtkabiri yok sayması” diyorsunuz. Solcuların da, sağcıların da ülkeyi kaosa sürüklediği dönemlere göre daha iyi değil miyiz birlik, beraberlik konusunda?
Birlik beraberlik anlamında en güzel dönem içindeyiz, gezi parkında da bunu gördük zaten. Türkiye halkı öğreniyor ama biraz yavaş ve geç öğreniyor. 12 Eylül dönemini yaşamış biri olarak, insanları “sağcı, solcu” diye insanları yaftalayıp birbirine kırdırdılar, biz de bu politikayı yuttuk ama şu anda insanlar o kavganın içine girmiyorlar, Türk insanı akıllandı. Birileri Türk-Kürt vaziyetini kaşıdı, birileri alevi-Sünni vaziyetini kaşıdı, birileri Fenerbahçe- Galatasaray mevzusunu kaşıdı, iki ayrı konu yaratıp, iki ayrı konunun altını taraftarıyla doldurup yandaşıyla doldurup birbirinin üzerine salma mantığını yıllarca yapmak istediler ama Türk insanı bunu yemiyor. Taksim’de herkesi gördük. Herkes vardı. Herkes bir araya geldi ama liderler yeni politika üretemedikleri için, hep eski yöntemlerle gidiyorlar, ben sadece sağcıları yanımda toplayayım, ben sadece solcuları yanımda toplayayım, ben sadece ülkücüleri yanımda toplayayım…Olmuyor işte. Olmayacak da. Türkiye’de insanların belirli bir yaşam şekli var o da şu, Türk insanı camiyi de bilir, anıtkabiri de bilir. Bayram namazına gider, Cumaya da gider, Hacca da gider ama düğüne, derneğe de gider, nerede ne zaman ne yapacağını iyi bilen bir millettir ama birileri hep, “Ya camiye git, ya anıtkabire git” gibi sınıflandırmaya çalışıyor. Ama Türk insanı da bu kalıplara giremeyecek kadar büyük bir geçmişten, tarihten ve sosyal yapıdan geliyor. Hiç kimse Türk insanını kalıplara sokamaz. Ama sokamadıkça sokmaya çalışıyor. Türk insanları da buna itiraz ediyor.
“ALEVİLER TEK SES OLAMIYOR”
Yayınlarınızda Alevilik vurgusu da yapıyorsunuz. Ve Hz.Muhammed’in 1935yılında ABD Anayasa mahkemesi tarafından dünyanın en büyük adalet sağlayıcısı olarak gösterilmesi bilgisini de twitter’da paylaşmıştınız. İnançlarınız sizi bir yere sıkıştırdı mı, kendinizi sıkışmış hissettiniz mi, Alevi misiniz bilmiyorum ama bu ülkede Alevilik özgürce yaşanıyor mu sizce?
Alevi değilim. Türkiye’de hiçbir şey sıfıra da inemiyor, yükselemiyor da. Azınlık, azınlığını doğru dürüst yaşayamıyor ama yükselemiyor da, sıfırlanamıyor da. Bu ülkede bir alevi vatandaş gerçeği var. Alevi vatandaşlar da, doğru dürüst şartlarda ve kendi arzu ettikleri gibi yaşamak istiyorlarsa, bunun da onlara sağlanması lazım. Alevi vatandaşlara da görevler düşüyor. Alevi vatandaşlar da tek ses olamıyor. Alevilerin içinde, Alevilik bir kültürdür diyen var, Alevilik bir mezheptir diyen de var, Alevilik yaşam şeklidir diyen var, onlara düşen görev de, tek ses olup, yöneticilere baskı yapmaktır. Tespitiniz doğru değil, Alevilik vurgusunu çok fazla yapan bir yayıncı değilim ama hayatın içinde ne varsa Gazoz Ağacında o var.
“HÜKÜMET KÜRT AÇILIMINI BİLMİYORDU”
Aleviliğin dışında bir de kronik sorunumuz Kürt meselesi var. Demokratik açılımın radyocular ayağında siz de vardınız ama o toplantı yıllarca arkasından konuştuğunuz Başbakan ile yüzleşmeniz için iyi bir fırsat olamamış, demokratik açılımı desteklediğiniz için mi oradaydınız, kişisel hesaplaşma için mi?
Ben Türkiye’de Türk sorunu diye bir şeyin olduğuna inanmıyorum. Kürt sorunu diye mevzuları kaşıyan insanların amacının ne olduğunu bilmediğim için bu soruya cevap vermiyorum. Türkiye’de Kürt sorunu diye bir sorun yok. Başbakan ile karşılaştık ama konuşamadık. Biz sadece çağrıldığımız için oradaydık. Kürt açılımı dediler durdular, Kürt açılımının ne olduğunu kendilerinin de bilmediği, kendilerinin de açıklayamadığı ortaya çıktı. Biz Kürt açılımının ne olduğunu öğrenmek için gittik, Başbakan Kürt açılımı ile ilgili bir şeyler anlattı ama biz bildiklerimizi de unuttuk, ben bir şey anlamadım, toplantının kalanı Hüseyin Çelik ile devam etti. Kendimin ne kadar doğru yolda olduğunu anladım çünkü anlatılabilecek bir şey yoktu ortada.
“DEMOKRATİK İSTEKLERİN, ŞİDDETE DÖNÜŞTÜĞÜ YERDE YOKUZ”
“BATI’NIN ÇALIŞMASI, DOĞU’NUN TÜKETMESİ MANTIĞINA KARŞIYIM”
“GEZİ PARKINDA AKP, CHP, MHP YOK, HALKIN ÖZ FİKRİ VAR”
Barış sürecinde verilen payeleri çok eleştirdiniz. Taksim’de ve her ilde toplanan demokrasi sevdalısı insanların hepsine terör sempatizanı yaklaşımını doğru bulmadığınızı yazdınız. Öcalan bayraklarının o eylemde yeri var mıydı sizce?
Demokrasi, insanların fikirlerini söylemesi, birilerinin onu dinlemesi, birilerinin kabul etmesi, birilerinin kabul etmemesi güzel bir şey ama Rize’de de örneğini gördük. Rize’de Gezi Parkı eylemlerine destek vermek isteyenleri dövdüler, sövdüler, yaralanan genç kızı taşıyan kişileri de dövdüler, Rize’yi bir saat içinde terk edeceksiniz dediler, demokratik istekler şiddete dönüştüğü zaman, orada yokuz zaten. Bu ülke teröre yıllardır çok büyük kayıplar verdi, polisimizi, askerimizi, evladımızı kaybettik. Ve canı istediği zaman silahı alıp dağlara giden, canı istediği zaman ben pişman oldum geri döndüm, geri döndükten sonra başına gelenler için ben bunu kabul etmiyorum tekrar dağlara gidiyorum, yok sağlar soğuktu tekrar aşağı indim. Batı’nın çalışması, Doğu’nun da bunu tüketmesi mantığına her zaman ters düştüm. Burada böyle bir yapı yok. Gezi Parkına bambaşka emeller için çıkmışlar. Terörist ele başısının posterleri, sendikaların bayrakları, devrim yapmış liderlerin posterleri şeklinde konuya yaklaşılmasına üzülüyorum. Orada AKP yok, orada CHP yok, orada MHP yok, orada sadece halkın kendi öz fikri var. Halk demokrasi, özgürlük istiyor, halk yediğime, içtiğime karışılmasın, kaç çocuk yapacağıma karışılmasın diyor. Bence Taksim’deki terörist elebaşısının posterlerinin asılmasına itirazım da buradan kaynaklanıyor. Oradaki kalabalığı, bir görüşün tek başına sahiplenmesi yanlış olur. Çünkü kuran okuyan kapalı kızlar da var, kitap okuyan, ben doğamı kaybetmek istemiyorum diyenler de var, ben AKP’liyim, AKP için ölürüm ama son zamanlardaki gelişmelerden hoşlanmıyorum diyenler de var vs. Dünyanın ünlü yıldızlarının verdiği destekler de var.
“ADİL GÜR TİCARİ BİR YAKLAŞIMDA BULUNUYOR”
Adil Gür, “Özgürlükler ile kaygılar ilgili ideolojik kaygıların seçmenin üzerindeki etkisi sınırlı, seçmen ekonomiye bakar” demiş
Yayında söylediğim şeyi tekrar söyleyeyim, ben Adil Gür olsam, bir araştırma şirketinin sahibi olsam, seçimler de kapıda olsa, AKP ile hiçbir zaman ters düşmezdim. Adil Gür de, AKP ile ters düşmeyip, AKP’nin hoşuna gidecek cümleleri kurmuş, son derece ticari bir yaklaşım. Adil Gür’ün bir çok araştırması yolunda gitmiş olabilir, bu konuda da doğru söylüyor olabilir ama Adil Gür’ün Gezi Parkı ile sandık arasındaki köprüyü AKP’nin istediği gibi inşa ediyor olması, son derece ticari bir amaç uğrunadır.
Sezai Karakoç’un “Ah, arı olsaydım. Çiçeklerden çiçeklere koşsaydım. Çiçeklerin özünden bir dünya kursaydım, gelecek kuşaklar için…şeklinde devam eden bir şiiri var… Devrimcilerin namazı da bu diriliş ruhunun bir parçası mıydı sizce?
Bu soruları kendime yakın bulmadım, programıma da yakın bulmadım.
“ÇOĞU İNSANIN MEVCUT YAPIYI YIKMAK GİBİ BİR DERDİ YOK”
“GEZİ HAREKETİNİ; DEVRİMCİLİKLE, SAĞCILIKLA, SOLCULUKLA KISITLAMAK HAKSIZLIK OLUR.”
“İKTİDAR SÜREKLİ GAZA BASIYOR”
Yazdığınız tweetlerden ya da facebook paylaşımlarından yola çıkıyorum. “Duruma bakarsak; direniş değil diriliş var!” diye yazan sizdiniz.
Ben devrimciden vs anlamam. Ben sağcıdan, solcudan da anlamam, ben halktan iyi anlarım. Devrimci namaz kıldı derken aynı ayrımcılığı siz de yapıyorsunuz. Türk insanı nerede ne yapacağını iyi bilir. Anadolu’da ilk insandan bugüne kadar bir yaşam var, ilk insandan bugüne kadar bir kültür, oluşum var. Her yaşayan imparatorluk, kavim genlerde bir anı, bir kod bırakmış. Bunu devrimcilikle, sağcılıkla, solculukla kısıtlamak haksızlık olur. Türk insanı, ibadet zamanında ibadeti, eğlence zamanı eğlenmeyi bilir. Bu olaylar karşısında Türk insanın verdiği tepkileri, “Devrimci ruh uyandı” gibi konularla bağdaştırmak doğru değil. Çünkü çoğu insanın mevcut yapıyı yıkıp, yerine yeni bir şey kurmak gibi bir dertleri yok. Sadece mevcut yapı devam ediyorsa etsin ama halkın temel özgürlüklerine saygı göstererek etsin. Biz onu yapacağız, şunu yapacağız diye sürekli bir gaza basma var iktidarda. Vitesi bir türlü stabile almıyor, sürekli gaza basıyor. Sigarayı hallettik, içkiyi halledelim, içkiyi hallettik giyimi halledelim, giyimi hallettik çocuğu hallettik. Elde bir alışveriş listesi var, iki araba doldurursun, her aldığının yanına çarpı koyarsın ya, bu siyasi yapıda da böyle bir liste var, sürekli olarak dur yok, alışveriş kolik birinin bir şeyler alması gibi, sürekli siyasi bir liste üzerinde çalışıyorlar. Bu da çok doğru değil.
“İNSANLARDA 12 YILLIK İKTİDAR SÜRECİNDE BİR ESPRİMİ BİRİKİMİ OLDU”
Siyasetçiler ve yandaşlar, Gezi parkı sürecini anlayabilselerdi, onlarda esprilerle cevap verirlerdi. Küfür-tehdit-zorbalık yerine… “diye yazdınız.
Bunu şunun için yazdım. İnanılmaz bir espri patlaması var. Çünkü bir korku imparatorluğu inşa edildiği için insanlar korkudan her şeylerini saklamak zorunda kalmışlar. Eskiden Ecevit’in, Demirel’in, İnönü’nün taklitleri yapılırdı, siyasiler taklitleri ve mizahlarıyla da hayatımızdaydı, sadece verdikleri veya veremedikleri kararlarla değil…ama son zamanlarda mizah gitti, kimse Başbakan ile ilgili espri yapamıyor, bir karikatür yapıldığı zaman mahkemeye veriliyor, espri yapılamıyor, yorum yapılamıyor. Artık herkesin 12 yıldır biriktirdiği bir espri birikimi olduğu için, konuların hepsine espri ile cevap verildi fakat insanlar espri yaptıkça karşılığı biber gazı, basınçlı su, eli odunlu sivil polisler olarak karşımıza çıktı. Hala daha “Biz 4 tane ağacı yıktık yerine 14 tane yapacağız” mantıkları var. Ağaçla başladı ama konu artık ağaç değil, ağaç bardağı taşıran son damla oldu. Hala ağaç odaklı açıklamalar geliyor, o tweeti attım çünkü yetkililerin, insanların orada niye toplandığını anlamadığı anlaşıldı.
“KİMSE GERİ VİTES YAPMIYOR”
“Yediğimiz gazin parasını biz ödüyoruz. Aktivistler, vergi mükellefi düzgün insanlar çünkü. Paramla rezil oldum durumu bu olsa gerek :)” diye bir tweetiniz var. Sizce eylemcilerin ödeyeceği bir bedel var mı, ya da bu olayların perde arkası, eylemci gençlere nasıl bir fatura keser?
Şu anda hiç kimse geri vites yapmıyor. Gezi Parkındaki aktivistler de geri vites yapmıyor, Kuğulu Parktakiler de. Avrupa Birliği de, Amerika da, Türk siyaseti de geri vites yapmıyor, hiç kimsenin geri vites yapmadığı bir ortamdayız. Temennimiz işlerin tatlıya bağlanması. Çok da tere yağdan kıl çeker gibi, kimsenin zarar görmediği bir bitirme yöntemi olmayacak gibi duruyor.
“İNSANLAR, ARTIK HOŞUNA GİTMEYEN ŞEYLER OLDUĞUNDA SOKAĞA DÖKÜLECEK”
“SOKAK TRENDİ BAŞLADI”
“GEZİ’DEN SONRA GERGİN BİR ORTAM BİZİ BEKLİYOR”
Arınç da, “Birinin bizi silkelemesi lazım” dedi. Başbakan son konuşmasında “Bu eylemlere devam ederseniz anladığınız dilden yanıt veririz” dedi. Gezi’den sonra nasıl bir Türkiye bizi bekliyor?
Bu olaylar sandığa ne kadar yansıyacak veya Başbakan’ın saltanatını, Başbakan’ın kuvvetli lider görüntüsünü veya oy oranını ne derece etkileyecek onu hep beraber göreceğiz ama Türkiye’de artık şu görüldü, insanlar artık gelişmiş demokrasilerde olduğu gibi hoşuna gitmeyen şeyler olduğunda sokağa dökülecekler. Böyle bir trend başladı, böyle bir trend başladıysa böyle bir trend gidecek. Yarın öbür gün AKP gider CHP gelir veya ismini bilmediğimiz başka bir oluşum olur, ne olursa olsun Türkiye’nin bundan sonraki hayatında insanlar bir şeylerden memnun olmadıkları zaman bu gösteriyi, bu refleksi gösterecekler çünkü bu bir karardı, bu ertelenmiş bir durumdu, beklediler beklediler artık bardağı taşıran son damla Gezi parkındaki ağaçlara veya, çadırında oturup kitap okuyan insanların üzerine gazla saldırırsan, insanlar da artık ne oluyor noktasında sokağa döküldü. Gezi’den sonra muhtemelen gergin bir ortam bizi bekliyor. Başbakan’ın veya Vali’nin dediği gibi, “Hadi herkes evine gitsin, bu iş de bitsin” şeklinde, o kadar tatlı sonuçlanacak bir şey değil. Çünkü insanları çok gerdiler, insanların üzerine çok gittiler, insanların temel özgürlüklerini çok kısıtladılar. İnsanlar da öyle bir patladı ki, o kadar basit biteceğini zannetmiyorum.
“KAYIKÇI KAVGASINA GEREK YOK”
Çokluk savaşından bahsettiniz yayında. “Sayıya değil, ağırlığa bakmak lazım” dediniz.
Çokluk da başka bir şey, bir konunun ağırlığı başka bir şey, buradaki insanların bir ağırlığı var. Buradaki insanların bu tabloyu sergilemesinin bir anlamı, bir amacı var ama tabi kayıkçı kavgasına da gerek yok. “Sen 10 kişi toplarsan, ben 100 kişi toplarım, sen 100 kişi toplarsan ben 1000 kişi toplarım” a gerek yok. Biryerlere ne kadar fazla adam toplarım yarışı değil ki bu. Gezi Parkına toplananlar 10 kişi olsaydı da, bunları söyleseydi, onları da dinlemek lazımdı.
“İNSANLARIN ŞU GELSİN, BU GİTSİN GİBİ BİR TALEPLERİ YOK”
“HÜKÜMET DEVAM EDİYORSA ETSİN AMA TEMEL ÖZGÜRLÜKLERİMİZE BURNUNU SOKMASIN”
Toplanan halk Tayyip Erdoğan’ı iktidardan etmeye yeter mi?
Böyle bir şeye hiç kafa yormadım, ben orada insanlarla konuştum, dertleştim, insanların “Şu gitsin, şu gelsin” gibi bir talepleri yoktu, tamam evet “Hükümet istifa” diye genel bir slogan var ama insanların “Hükümet istifa” derken bile söylemek istediği, “Hükümet devam ediyorsa etsin ama bizim temel özgürlüklerimize burnunu sokmasın” durumu vardı orada. Bence insanların derdi, bir hükümet gitsin bir hükümet gelsin den ziyade, kendi hayat sınırlarına saygı gösterilmesi.
“RADYO BENİ BIRAKIR”
“SON NEFESİMİ VERENE KADAR YAYINCI OLMAK İSTERİM”
Radyoculuk bana yetenek kazandırdı dediniz, Gazoz Ağacı programının isminin de patentini aldınız. Sanıyorum programın adının, isminizden çok markalaşmasını istemeniz, arkanızda bir eser bırakmak içindi. “Radyoculuğu biz hiçbir zaman basamak olarak görmedik. Ne yaparsak yapalım radyo devam eder.” demiştiniz, radyoyu bırakmazsınız ama radyo sizi bırakır mı? Best Fm radyoculuktaki son durağınız mı?
Ben hayatımda böyle tuhaf bir röportaj görmedim, son soru derken konu ile ilgili son sorum demek istediniz galiba. Best fm’in son durak olduğunu biliyor olsam, bir büro tutar, kapıya da medyum yazar, otururum. Çünkü Türkiye’de özellikle medya alanında çok değişik açılımlar oluyor, onun için ne olacak, ne olmayacak bilmiyorum. Sadece şunu söyleyebilirim, ben radyoyu bırakmam ama radyo beni bırakır mı, evet bırakır çünkü bu bir süreçtir, çıtadır, eşiktir, siz doğru işler yaparsanız dinleyiciler sizi beğenir ama bu iş nankör bir iştir, dinleyicinin istediğini verememeye, dinleyiciyi doyuramamaya başlarsınız, o noktadan itibaren de aynı hızla geriye doğru gidersiniz. Radyoculuk sizi bırakabilir. Hem benim, hem ekibimin amacı her zaman o ilgiyi taze tutmak, biz bunu başarmaya çalışıyoruz. Eğer benim isteğime kalacaksa bu, ben son nefesimi verene kadar yayıncı olmak isterim.
“AYKUT KOCAMAN, FENERBAHÇE’YE ERKEN GETİRİLDİ, GÖNDERİLMESİ HATAYDI”
1907′den, hatta 1899′dan beri varlığını kabul ettiğiniz Fenerbahçe’nin bugünkü değişim sürecini nasıl buluyorsunuz, Kocamansız Fenerbahçe daha mı güçlenerek devam eder yoluna?
Aykut Kocaman’ı futbolculuk döneminden beri takip eden, futbolculuğunu alkışlayan, attığı gollerle coşan bir insan olarak, teknik direktör olacağını bilmeden peşinden giden bir insandım ama Aykut Kocaman’ın hataları da büyük. Aykut Kocaman’ın efendiliğine, Fenerbahçeliliğine, adamlığına sözüm yok ama Aykut Kocaman’ı Fenerbahçe teknik direktör olmasını erken buluyordum. Aykut Kocaman biraz daha yetiştikten sonra teknik direktör olsaydı, Fenerbahçe’ye faydalı olabilirdi, göğsümüzü kabarttığı şeyler de var, yetemediği şeyler, hataları da var, bunlar konuşulmuştu. Fenerbahçe gibi bir camianın başındaysanız, bir şeyleri başaramadığınızda o ana kadar yaptığınız tüm hataları da önünüze koyuyorlar, Aykut Kocaman, değiştirilmesi gereken zamanda değiştirilmedi, o ihtiyacı olan tecrübeyi Fenerbahçe’de kazandıktan sonra Fenerbahçe’ye daha yararlı olacak hale geldikten sonra gönderildi, bence bu çok doğru olmadı. Kocamansız Fenerbahçe’nin ne yapacağı sorusuna hiç kimse cevap veremez, sadece temennide bulunabiliriz, teknik direktörün kim olacağı belli değil, teknik direktör belli değil, sürekli futbolcu alınıyor, alınan futbolcular alınan teknik direktörle uyuşacak mı, o teknik direktörün futbol anlayışıyla o teknik direktör iyi işler yapabilecek mi, bunları zaman gösterecek.
İlgili Haberler
Başkan Yüksel, Kartal’da o bölgeyi akıllı bir kent yapmayı planlıyoruz
Kerkük’ün Türk kimliği değiştiriliyor!
Kartal Belediyesi kreşlerinde “Yes To Science” bilimsel eğitim projesi uygulanıyor
AYGAD Basının Problemlerini Gündeme Getirdi
Kayıt Dışı Korsan Çalışan Elektrikçilere Dikkat Edin
Ulusal Taşıt Tanıma Sistemi (UTTS) Montaj Başvuruları Erişime Açıldı!