SOSYAL MEDYA HESAPLARIMIZ

MOBİL UYGULAMALARIMIZ

Kartal Gazetesi

Paylaş
veya
aşağıdaki bağlantıyı paylaşın:

Hükümet Üniversite Çalışanlarını Zekâta Muhtaç Hâle Getirdi

Yayınlanma:
ABONE OL
Hükümet Üniversite Çalışanlarını Zekâta Muhtaç Hâle Getirdi

Hükümet bu sene de birkaç yeni devlet üniversitesinin kurulması için kolları sıvadı: Beyazıt Üniversitesi (Ankara), Bursa Teknik Üniversitesi, İstanbul Medeniyet Üniversitesi, İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi, Konya Teknik Üniversitesi, Erzurum Üniversitesi, Uluslararası Antalya Üniversitesi. Böylelikle son üç veya dört yıl zarfında kurulan devlet üniversitesi sayısı elliye dayanmış olacak ki, vakıf (aslında çoğunluğu özel) üniversiteleri ile birlikte ülkemizdeki toplam üniversitesi sayısının ikiyüze yaklaşacağı anlaşılıyor.

“Haydi, hayırlısı olsun” diyelim.

Olsun; ama yeni üniversite açmak yüksek öğretimin hangi derdini hallediyor? Kaç kişi bunun üzerinde kafa yoruyor acaba? Mutlaka bunu çok ciddî bir mesele olarak kabul eden ve üzerinde düşünen, yazan birçok insanımız var elbette; ama Hükûmet’in hiç mi hiç düşünmediği ap-açık meydanda. Öylesine meydanda ki, yarım bir bakışla bile fark edilebiliyor, hiç mi hiç düşünmediği.

Şöyle ki, Hükümet, bir üniversitenin kuruluş kanununu çıkarıp temelini attıktan veya ilk açılışını yaptıktan sonra ilgisi sönüyor ve adeta o üniversiteyi unutup kaderine terk ediyor, başka bir yeni üniversite kurmayı planlamaya başlıyor.

Gerçek şu ki, Hükümet için yeni üniversiteler kurmak, yüksek öğretim konusundaki beklentileri politik yatırıma dönüştürmekten pek de fazla bir anlam ve değer taşımıyor. Öyle olmasaydı, her şeyden önce, üniversite mezunu işsizlerin sayısının çığ gibi büyümesi karşısında harekete geçerdi: Bir yandan okullarımızdaki öğretmen açığı 200 bini aşmışken diğer yandan öğretmen alımının kısılması sonucu 340 bin genç öğretmenimizin, elinde diploması ile işsiz kalmasını önlemek gibi.

Ancak, bütün bunlar Hükümet indinde kayda değer bir ehemmiyet taşımıyor.

Kaldı ki üniversite demek, her şeyden önce, diploma veren değil, bilimsel araştırma yapan çok komplike bir kurum demektir; yani, Üniversite demek, önce ve yine önce bilim demektir, yani, bilim adamı demektir, kongre demektir, bilimsel toplantılar demektir, kütüphane demektir, laboratuar demektir vesaire… Bütün bunlar ise millî gelirden yüksek oranda pay ayrılması demektir.

Ama bunların hiçbirisi yeter miktarda yok, ancak kıt-kanaat var ki kıt-kanaat imkânlar da, bilim ve teknoloji üreten ülkelerin dünyanın önde giden ülkeleri olduğu çağımızda Türkiye’nin bu önder ülkeler arasında yer almaması demektir.

Evet: Üniversite demek, öncelikle öğrenci değil, bu saydıklarımızdır ve hepsinin başı da nihayet gelip “insan”a dayanmaktadır: Bilim üretecek olan insana, yani bilim insanına veya diğer adıyla bilim adamına.

Bu da demek oluyor ki, Üniversite demek, BİLİM İNSANI MERKEZLİ kurum demektir, hâlbuki şimdi üniversitelerimiz ÖĞRENCİ MERKEZLİ kurumlara, yani, öğretim yapan ve diploma veren kurumlara dönüştürülmüştür.

Bu bir faciadır; çünkü kendi-kendimize yalan söylemeyelim: Bilim insanının ikincileştirildiği bir kurumun adı belki her şey olabilir, ama asla üniversite olamaz.

Hükûmet’in bütün üniversite politikasının siyasi rant üzerine kurulu olduğu, Üniversite’nin belkemiği olan bilim insanlarına reva gördüğü muameleden de açıkça belli; hesap kabaca şu: Akademisyen sayısı nereden baksanız öğrenci sayısının en fazla onda biri bile değil; o hâlde akademisyeni değil de diploma alacak öğrenciyi ve dolayısıyla da öğrenci ailelerini, üniversite açılacak şehirlerde oluşacak ticaret ve arsa rantlarından pay kapanları memnun etmek siyasi bakımdan daha kârlıdır.

Öyle ise, akademisyenleri ve üniversitelerde çalışan idari personeli hiç görmesek de olur.

Öyle olmuyor mu nitekim?

Aynen öyle oluyor!

Öylesine aynen öyle oluyor ki, bırakınız akademik araştırma imkânlarını, günümüzde akademisyenlik, yani bilim adamlığı, meslek geliri açısından en itibarsız mesleklerden olmuştur.

Bir kere, ta bundan sekiz sene kadar evvel, 2002 senesinde, “geçici” diye alınan ama sağlamca yerleşen bir hükümet kararnamesi ile profesör ve 1nci derecedeki doçentler “1nci sınıf”, diğerlerinin tamamı “2nci sınıf” yerine konmuş, aralarındaki maaş farkları çok açılmıştır. Bugün bu açık büyüyerek devam ediyor.

Nitekim profesörler yani “1nci sınıf öğretim elemanları”, ancak ve o da zar-zor, Ağustos 2010 itibariyle dört kişilik bir aile için 3 bin TL olan Yoksulluk Sınırı’nın bir miktar üstünde bir maaş almaktadırlar, diğerlerinin tamamının maaşı ise, bu sınırın altındadır. 18 yıldan beri görev yapan 3/8’deki bir yardımcı doçent aile yardımı ve iki çocuk parasıyla birlikte tamı tamına 2100 TL, 5. Derecedeki 8 yıllık bir araştırma görevlisi de 1681 TL ile hem ailesini geçindirmek ve hem de ilmi araştırma yapmak zorundadır.

Üniversitelerdeki idari personele gelince bunların tamamına yakını açlık sınırındaki bir maaşa talim etmek zorunda bırakılmışlardır. Nitekim 80 TL’lik Ek Ödeme ve Çocuk Yardımı hariç 14/3’deki bir memurun  şu anda 1199 TL olan maaşı, 2011 yılının Ocak ayında 1246 TL, 2011 yılının Temmuz ayında da 1295 TL’ye yükselecektir. 9/2’sindeki memurun şu anda 1203 TL olan maaşı 2011 yılının Ocak ayında 1251 TL, 2011 yılının Temmuz ayında ise 1301 TL olacaktır.

Bu ne demektir biliyor musunuz, ey Hükümet ve ey Milletim?

Bu, “zekât kabul edecek seviyeye düşürülmek” demektir.

Bu ne demektir biliyor musunuz, ey Hükümet ey Milletim?

Bu, bu memlekette bilim insanı olmanın “suç” teşkil etmesi demektir.

Şimdi, tam da milletin önünde bol keseden hamaset nutuklarının atıldığı bu günlerde, şu meseleyi, bir de biz milletimize soralım önce:

Her önüne gelen yerde üniversite açan, üniversitelerden mezun gençlerin beyaz yakalı işsizler ordusuna kaydolmasına sebebiyet veren, aylık 500 TL’ye ücretli öğretmen çalıştıran, çocuklarınızı teslim ettiğiniz üniversite hocalarını zekâta muhtaç hâle getiren, orta sınıfı çökertirken türedi bir üst sınıf oluşturan Hükûmet’e ne diyeceksiniz?

Türk Eğitim-Sen

İstanbul Bölge Başkanı

Yrd. Doç. Dr. M. Hanefi Bostan

author avatar
M. Hanifi Bostan

İlgili Haberler