Pendik İmam Hatip Lisesi matematik dersi öğretmeniyim, okullar açılmış, tek ders sınavı yapacağız.
Okumanın değerli, sınıf geçmenin zor, diploma almanın anlamlı olduğu yıllardı. O yıllar, haziran ayında karne alan çocuklar, ya sınıfı geçer, ya sınıfta kalır, ya da bütünlemeye kalırdı. Bütünlemeye kalanlar sınavlara girerler, sınavda zayıf ders sayısını bir derse düşüren öğrencilere, bir sınav hakkı daha tanınırdı. Eylül ayında yapılan bu sınava “Tek Ders Sınavı” denirdi.
Beş matematik öğretmeni saat sekizde okula geldik. Sınavın soru ve cevaplarını hazırlıyoruz. Soru ve cevaplar bittikten sonra, sınav salonuna gidip, gözetmen öğretmen ve öğrencilere baktım. Amacım olası problemleri çözüp, öğrenci menfaatini korumak.
Görevli öğretmenler yerinde ama sınava girecek öğrenci yok. Salon dışına çıkıp, koridorlara, bahçeye ve hatta tuvaletlere baktım, öğrenci yok. Sınav onda başlayacak, öğrencinin dokuzda sınav salonunun önünde, dokuz otuzda sınav salonunda olması gerek, saat dokuz kırk beş ama öğrenci yok
Elimdeki listede Hüseyin adında bir son sınıf öğrencisi var. Hüseyin, bugün sınava girip 50 alırsa mezun olacak, 50 alamaz ise bir yıl daha okuyacak. İdare odasına girip, nöbetçi müdür yardımcısına: “Hocam, biz tek ders sınavı yapacağız. Listede Hüseyin adında bir öğrenci var, birazdan da sınav başlayacak ama çocuk ortada yok, bir yanlışlık falan olmasın?” deyip, öğrencinin evraklarına bakmak istediğimi söyledim.
Not fişi ve karne kayıtlara baktım. Evet, Hüseyin matematik dersinden sınıfta kalmış, bütünleme sınavlarına girmiş, yine kalmış. Yani Hüseyin bugün tek ders sınavına girecek. Tekrar sınav salonuna gidip, öğrenciye baktım, öğrenci yok. Normal prosedür, saat onda “öğrenci yok” diye bir tutanak tutarsın. Sen sağ, ben selamet.
Ben öyle yapmadım. Yeniden idare odasına gidip, öğrencinin evrakları içinde adres ve telefon numarası aradım. Adres yakındı, tuşlara basıp, “alo” dedim. “Alo, Ben Pendik İmam Hatip Lisesi’nden arıyorum. Matematik öğretmeni Mustafa, Hüseyin evde mi?” Üç beş cümleden sonra karşımdaki hanımın Hüseyin’in annesi, Hüseyin’inde evde olduğunu öğrenince, “Anne, Hüseyin ile biraz konuşabilir miyim?” dedim. Ben Hüseyin’i kaç dakika bekledim biliyorum ama biliyorum ki dakikalarla yarışıyorum. Hüseyin, saat ondan önce okula gelmez ise sınıfta kalacak.
“Hüseyin ben Mustafa öğretmen, Nasılsın, Ne yapıyorsun”, gibi girizgâhtan sonra: “Hüseyin bugün saat onda tek ders sınavın vardı, unuttun galiba, seni bekliyoruz.” Dedim. Hüseyin bana bağırarak “Okula da gelmiyorum, sınava da girmiyorum” demez mi? “Ne oldu Hüseyin, hayırdır” değip Hüseyin’i sakinleştirmeğe ve iknaa çalışıyorum ama nafile. Hüseyin “Nuh diyor, Peygamber “ demiyor.
Nasıl oldu bilmiyorum bir ara, Hüseyin’in ağzından: “Gönder bir taksi geleyim” lafı çıktı. Tamam değip, söyle adresi dedim, adres kayıtlardaki adresti. Elimde adres, merdivenleri ikişer üçer atlayarak caddeye çıkıp bir taksi çevirdim. Şoföre 20 lira uzatarak: “Bak ben bu okulda öğretmenim, bu çocuk saat onda sınava girecek, uyuya kalmış galiba, hemen al gel şunu”
Olayın gerisini anlatmama gerek var mı? Yok di mi? Yıllar sonra Hüseyin ile karşılaştık, “Hocam” değip elimi öptü, boynuma sarıldı. “Hocam bir yere otursak size bir çay ya da pasta ikram etsem?” “Hüseyin, o gün her öğretmen gibi ben görevimi yaptım. Senin bana her hangi bir borcun yok. Çay ve pasta kolay” dedim.
Kolaydı çünkü biz öğretmenlerimizden böyle görmüş, böyle öğrenmiştik. Çünkü bizim öğretmenlerimiz iyi öğretmenlerdi. Çünkü bizim anne ve babalarımız, bizi öğretmene: “Eti senin, kemiği benim“ diye teslim ederlerdi, bizler şanslı çocuklardık.
Öğretmenler gününü kutladığımız bugün: İlkokul öğretmenim Şükrüye Şenkon, ortaokul öğretmenlerim Mustafa Kemal Tokuç ve Ali Rıza İçer, lise öğretmenlerim Hasene Demirtaş ve Kadriye Sümer başta olmak üzere tüm öğretmenleri/min/mizin ellerinde öpüyor, 24 Kasım Öğretmenler Gününü kutluyorum.
İlgili Haberler