SANATLA İÇİÇE BİR HAYAT
“Git başımdan Ragıp! Sizden beni üzecek adam
çıkar mı? Kaybettiğim yıllarıma, hâlime ağlıyorum. Ömrüm boşa gitti Ragıp,
ziyan oldum! Senelerdir sinema adına, sanat adına koşturdum, geriye dönüyorum;
bir incir çekirdeğini dolduracak şey yapmamışım. Eskiden böyle güzel
senaryolar, hoş projeler olsaydı vallahi seve seve oynardım. Şimdi niçin
ağladığımı soruyorsun; ben ağlamayayım da kim ağlasın? Malayaniyle geçen
ömrümün ahir zamanımda bana böyle güzel bir rol verdiğiniz için çok hislendim,
ona ağlıyorum.”
Kadir Savun Sinema sanatçısı
Efendim; evvela bize zaman ayırıp bu mülakatı verdiğiniz için teşekkür ederiz.
Hayat hikâyenizle başlayalım. Bize hülaseten anlatır mısınız? Ragıp Karadayı kimdir?
Ragıp Karadayı;
Erzurum’un bir dağ köyünde dünyaya gelmişim. Tabii büyüyüp aklım başıma
gelince doğum tarihimi, günümü merak ettim. Anneme sordum; “yaz mı idi, kış mı
idi?” dedi, hatırlayamadı. Daha doğrusu diğer çocukların doğum
tarihleriyle karıştırdı. Kolay değil tabii 23 çocuk annesi için kimin nerede,
ne şekilde dünyaya geldiğini tam hatırlayabilmek. Bir tanesi üçüz, ikisi ikiz;
Ondokuz doğum gerçekleştirmiş. Biz yaşayan sekiz kardeşiz, diğerleri doğum
anında veya doğum sonrasında vefat etmişler. O devrin köy şartları malum.
Dolayısıyla doğum tarihimi sıhhatli bir şekilde öğrenemedim. Benden sonra bir
kardeşim olmuş. Devlet sıkıştırınca, babam amcama söylüyor ve bizi nüfusa ikiz
yazıyorlar. Resmi kayıtlara göre; 27 Şubat 1953.
İlkokula; ata-dede köyümüz Beyler’de başladım, babamın imamlık yaptığı
Otlutepe’de tamamladım. Ortaokulu; kazâmız Narman’da okudum. Ondan sonra okuma
şansınız yoktu. Babam köy imamıydı. Kalabalık bir aileye bakmak ve dışarıda
talebe okutmak imkânsız gibiydi. Tek bir imtihana girmiştim; Gümüşhane
Öğretmenokulu… Kazanabilirsem yatılı okuyacaktım. Bütün ümidim orasıydı. Lakin
bana sıra gelmeyeceği endişesini taşıyordum. Güze gelince sınıf arkadaşlarımın
Oltu, Erzurum liselerine kayıt yaptırdıklarını duydum daha çok üzüldüm, çünkü
benim akıbetim hâlâ meçhuldü. Tam bu kritik vakitlerde köye bir haber geldi;
“yatılı imtihanını Narman’da beş kişi kazanmış” diye. Koşarak kazaya gidip
gözlerimle listeyi gördüm, biri de bendim. O imtihan neticesi hayatımın da
dönüm noktası oldu. Eğer öğretmen okulunu kazanmasaydım belki hiç
okumayacaktım, belki yazma çizme kabiliyetlerim de ortaya çıkmayacaktı.
Dolayısıyla ya Erzurum’un bir dağ köyünde çoban olarak hayatımı devam
ettirecek, ya da inşaat amelesi olarak gurbetlerde dolaşacaktım. Nasip kısmet…
Her şeyde bir hikmet var, diye düşünüyorum.
Edebi olarak; sana çok tesir eden, yön veren birileri var mı?
Çok kitap okudum.
Öğretmen okuluna gittikten sona okumanın ne demek olduğunu anladım. Daha
önce ilkokul hayatımı hiç yaşamamış kabul ediyorum. Çünkü birleştirilmiş
sınıflardı. 1. 2. 3. sınıflar bir aradaydı. Ortaokulu bitirmiş “yedek
muallim” denilen birisi vardı başımızda. Yaptığımız iş; kara tahtaya
yazılanları deftere geçirmekten ibaretti. Yani vakit öldürüyorduk. Neyi, niçin
yaptığımızı bilmiyorduk. 4 ve 5. sınıfta da durum aynıydı. Ders yok, öğretmen
yok. Hiç unutmuyorum; aklıma gelince hep gülerim; ortaokula gittiğimde Türkçe
öğretmenimiz ilk defa ödev verdi. Ben “ödev de ne demek” diyorum sıra
arkadaşlarıma. Çünkü bende bir izi, derinliği yok. Ödev şuydu: “Herkes okuduğu
gazetelerden beğendiği üç makaleyi kessin, bir dosya kâğıdına yapıştırıp
getirsin.” Hayatında, kese kâğıdından mada gazete görmemiş, okumamış bir çocuk
ne yapabilirdi? Ben de onu yaptım. Sordum; öğrendim ki makale; gazetelerde
yazılı şeylermiş. O zaman gazete alacak paramız da yok. Tanıdık bir bakkaldan
kese kağıdı aldım. Temiz kısımlarını kestim, undan hamur yapıp o gazete
parçalarını dosya kâğıdına yapıştırdım, okula gittim. Ödev veren öğretmen,
elimdeki garip kâğıtları görünce; “Ragıp senin makaleler bunlar mı?”
demiş, katıla katıla gülmüştü. Şimdi ben de hatırladıkça gülmeden edemiyorum.
Hafızamda derin iz bırakmış vakalardan biridir bu hadise.
Öğretmen okuluna etüt vardı, öğretmenlerin nezaretinde ders çalışır, anlamadıklarımızı
sorar öğrenirdik. Yatılı şartlar bize beş yıldızlı otel konforu gibi gelmişti.
Birkaç çeşit yemek, sıcak suların aktığı banyolar bir köy çocuğu için çok
lükstü o devirde. Her şey yerli yerinde olunca, bizlere okumaktan başka yapacak
bir şey kalmıyordu. Ben de köy şartlarını bildiğim için, okuyamama
korkusuyla, bütün gücümü derslere verdim. Öğretmen okulunun en iyi
talebelerinden biri oldum. Paramız yoktu, kitap alamıyorduk. Devlet kütüphanesi
imdadımıza yetişmişti. Boş zamanlarımızı orada kitap okuyarak geçiriyorduk. En
sadık müdavimleri olmuştuk. Sabah erkenden kuyruğa giriyorduk kütüphanenin
önünde. Seçtiğimiz romanlar vardı. Bitiremeyince onları kütüphanenin içinde
saklıyorduk başkaları almasın diye. Ayrı bir tadı vardı o talaşanın. O
şartlarda okuduk birçok kitabı.
Vatan, millet tarih, medeniyet, biraz da edebiyat sevgisini ailemin dışında
tarihi romanlardan aldım. Meselâ; Oğuz Özdeş’in romanlarını severek okuyorduk.
Milliyetçi muhafazakar bir ailenin çocuğu olduğum için vatan millet deyince
akan sular dururdu. Onun Karapençe serisi vardı. Onları defalarca okudum.
Hatta seri bitince pek üzülmüştüm. Sonra duydum ki benim gibi üzülenler çokmuş.
Oğuz Özdeş ‘Karapençe’nin Oğlu’ diye bir kitap daha yazmış, onu da buldum
okudum.
Okuma aşkına tutulduğunuz ve okumanın ne demek olduğunu anladığınız zaman,
mesele çözülüyor. Onu artık kimse durduramıyor. Şimdi de böyle değil mi?
Türkiye’nin en büyük problemi kitap fobisidir bence. Okuyamamanın çok zararları
var; bunlardan biri; kötü alışkanlıklara yönelmedir. İnsan tabiatı icabı
vaktini bir yerde harcamak mecburiyetindedir. Ya faydalı şeylerle meşgul
olacak; meselâ kitap okumayla, ya gazino, pavyon, oyun eğlenceyle… Kitap okuma
derken; tabii ki doğru kitapları kast ediyoruz, kafa karıştıran, insanı yoldan
çıkaranlardan elbette uzak durulmalıdır. Zaten iyi okuyucu farkeder bunları…
Edebiyatın, sanatın o tılsımlı dünyası; insanın hayal gücünü, muhakeme
kaabiliyetini, kelime hazinesini de geliştirir hem de en pratik şekilde.
Mürekkep kokan kitap sayfalarının arasında ne dünyalar oluşturuluyor, onu bilen
biliyor. O dünyanın içinde yaşamak inanılmaz bir tat, tarifsiz bir
güzellik…
Tabii bu arada da aklımız biraz ermeye başlayınca Necip Fazıl’ı takip etmeye
başladım. Onun şiirleri bize büyük ufuklar çiziyordu. Eğitim enstitüsüne
geldim. Seyyid Ahmed Arvasi benim pskoloji ve sosyoloji hocamdı. Onun
dersleri, konferansları ve kitapları bende yeni ufuklar açtı. Pek tesirinde
kaldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. O önümüzde çok iyi bir rol modeldi. Milli
manevi değerlere bağlılığımızda, ilerleyişimizde atlama taşı oldu.
Bizim klasik Türk edebiyatçılarının neredeyse tamamını okudum. Çocuk aklımla;
çoğunun siyasi endişelerle yazıldığını, ideolojik yönlendirme derdinde olduğunu
fark etti. O zaman da hevesim kaçtı. Bunları okumaktan zevk
alamadım. Zamanla da hepten bıraktım. Daha kültürel yazılar, araştırma
incelemeler, makaleler, sanat-edebiyat dergileri okumaya başladım.
Yazmak fikri nasıl oluştu?
Gel zaman git zaman sonra çocuklarım büyüdü, okul hayatları başladı. Edebiyat
öğretmenleri her ay bir roman okuma mecburiyeti getirmişti. Bu hareketleri çok
hoşuma gitti. Onları teşvik etmek ve heveslendirmek için ben de yeniden okumaya
başladım. Bir gün ellerinde Peyami Safa’nın bir romanını okurken gördüm.
Öğretmen okulundayken okumuştum “bir daha okuyayım” dedim, okudum. Bana o
kadar boş geldi ki; anlatamam. Üçyüz sayfa civarındaki kitabı okuyan evladım
bundan ne öğrendi, ne kazandı? Sualinin sağlıklı cevabını bulamadım. “Laf
salatası” derler ya o türden bir şey gibime geldi… “Allah Allah! ben
seneler önce okuduğumda bu kanaata varamamıştım. Şimdi bana ne oldu?” demeye
başladım.
Bir gün Tarık Buğra’nın kalın bir kitabını vermişlerdi. Onu da okudum. Benim
dünyamda erişilmesi zor bir zirve olan “Tarık Buğra böyle mi yazmış” dedim pek
şaşırdım? Yine “benim çocuğum bunu okumakla ne kazandı” diye kendi kendime soru
yönelttim, mantıki bir cevabını bulamadım. Bu ruh hâliyle “AŞKIN EFENDİSİNE”
romanını yazdım. Bir bakıma onlara kızarak kaleme aldım. İyi ki kızmışım, yoksa
yazmak fikrini hiç düşünmeyecektim. Hani bir atasözümüz vardır ya; “kötü komşu
insanı mal sahibi yaparmış” diye. Ben onlara nazire olsun diye yazmaya
başladım, baktım işin içinde kalakalmışım. İyi ki yazmışım…Yazmak, şimdi
mesleğim oldu.
Peki yazmak nasıl bir hissiyat?
Öyle bir zor ve zahmetli dünya ki, tarif etmek mümkün değil. Yaşamayanın, ne
demek istediğimi anlaması da zor. Bazen gece yarısı uyanıyorum aklıma gelenleri
bir müsvette kâğıda karalıyorum. Rüyamda görüyorum; uyanınca ilk işim onu
unutmadan kayda geçmek oluyor. Yazdığım mevzuyla alakalı hoş bir cümle,
enterasan bir misal, renkli bir tasvir aklıma geliyor, ne edip edip onu kayda
geçiyor, yazmadan uyumuyorum. Olmaması lazım ama insanın elinde değil; bazı
orijinal fikirler namazda zuhur ediyor, namaz bitince hemen oturup yazıyorum.
Yazar ve şairlerin böyle benzer çok hatıraları var. Hatta Yahya Kemal’in
beş-altı sene sonra bir şiirine aradığı kelimeyi bulup koyduğu, şiirini
düzelttiği söylenir. “Bu kadar da olur mu” demeyin? Maalesef oluyormuş, yaşadım,
gördüm
Yazarlığınız anladık zorlu bir yolculuk, peki sinema sektörüne nasıl
girdiniz?
“Ben” diye söze başlamak hoş değil ama mevzuyu izah edebilmem için öyle
başlıyorum. Övünmek olarak görmezseniz ve tabiri caizse kendimi profesyonel
olarak görüyorum. Niçin? Büyük yazar, asrımızın düşünürü, bilmem daha ne
ünvanlarla ortaya çıkanların yazdıkları, her kitabevinin vitrinlerini süsleyen
tutarsız, kalitesiz kitaplarını görünce mütevazı olmamaya karar veriyorum
gayr-i ihtiyari. Yazmanın, çizmenin, tiyatro ve sinema senaryolarının neredeyse
her safhasından geçtim, ne terler döktüm, ne emekler verdim. Çok araştırdım,
ince eleyip sık dokudum; Rabbim de muvaffakiyet nasip eyledi,
elhamdülillah.
Film işiyle uğraşanların muvaffak olması için eğitim, kaabiliyet, tecrübe, azim ve gayret şart… Hele kaliteli sinema için senaristin, yönetmenin güzel sanatlarda kabiliyetli olmasını temel unsur olarak görüyorum. “Ben de yaparım” veya “yaptım oldu” demekle iş olmuyor. Öyle kolay değil kaliteli eser ortaya koyabilmek. Resimde, mimaride, göze, kulağa hitap eden sanatlarda söz sahibi olmalıdır. Ortaya çıkan eser, iki boyutlu, üç boyutlu sanatlar diye tarif edilenlerle ölçüldüğünde “iyi mi, kötü mü” olduğu daha net görülebiliyor. Belli kıstasları yakalayan, belli ölçülere uygun olan eserleri insanların çoğunluğu da takdir ediyor, beğeniyor.
Bazıları diyorlar ki; “ya, herkes yazıyor, çiziyor ama seninkiler biraz önde… Ragıp abi, sen öyle fevkalade şeyler yaşamamışsın, senin yaşadıklarını biz de yaşadık ama biz senin gibi yazamıyoruz ve yazsak da kimse okumaz…” diyenler çok oluyor. Buradaki incelik; insanı sanatçı yapıyor veya yapmıyor. Resim sanatı kaabiliyetim sinemaya olan problemi çözmemin ana temeli olduğu inancındayım.
Her ressam sinemaya geçemiyor ama!
Haklısınız! “Ben biraz daha şanslıydım mı” demem lazım bilemiyorum?
Kısaca sinemaya geçmem şöyle oldu:
Öğretmenlikten müfettişliğe yeni adım atmıştım. O zaman gece mesaisiyle Türkiye gazetesinde vinyetler çiziyordum. Tayınımın çıkacağını Enver Ören Beye arz ettim. Bana; “elemana ihtiyacımız var, bırak tayını, tamamen bize gel” dediler. Ben de tayin istemedim, devletteki işimi bıraktım tam gün gazeteye geçtim. Önce çocuk dergisinde çizimler yaptım. Sonra gazetede, sonra tekrar çocuk dergisinde… O sıralarda sesli-görüntülü yayınlar da gündeme gelmişti. Sanatçı yönüm de hesaba katılarak bu vazife bana verildi. Sesli yayınlar kolay, pratik olduğu için ilk olarak ondan başladık. Yüzlerce radyo tiyatrosu yazdık, şekillendirdik. Bu arada 19 şubat 1993’de Türkiye’nin ilk özel televizyonu TGRT kuruldu. Genel müdür Rahim Er Bey’di. İlk beş elemandan biri de bendim. Ekip olarak büyük bir araştırma yaptık. Televizyon yayıncılığı, sinema filmleri büyük paraların olmasını icap ettiren bir sektördü. Öyle bir potansiyelimiz ve paramız yoktu. Biz de televizyonculuğun ve sinemacılığın altyapısını oluşturmak üzere araştırma ve incelemeler yapmaya başladık.
O zaman TGRT’nin ilk teşkilatlanmasını TRT’den örnek almıştık. Ordaki
dairelerin bir benzerini TGRT de açtık, bana “Çocuk Yayınları Başkanlığı”
vazifesi verilmişti. Animasyonun çocukların üzerindeki tesirini bildiğimizden
çalışmaya bu işten başladık. Bir animasyon firmasına kursa gittik bir iki
arkadaşla. Öğrendiklerimizi TGRT’de tatbik ettik. Delibalta çizgi
romanından “Kemankeş” hikâyesini canlandırdık. Ayrıca Şeyh Sadi Şirazi’nin bir
hikâyesini “Kötürüm Tilki” ismiyle; üç-dört dakikalık bir animasyon daha
yaptık. Tabii aylar, seneler çabuk geçiyor… On on-beş kişi çalışıyor, yedi
sekiz dakikalık bir işi zar-zor çıkarıyorduk. Yaşadıklarımız, şimdilik bu işe
hazır olmadığımızın işaretiydi. Animasyonu hızlı üretebilmek için bir rapor
hazırladım. O zaman için öyle bir tesis kurmak müessesemizin imkânlarına
ağır geldi. Projemiz de yarım kaldı.
Biz elaman yetiştirme derdindeyken yeni kurulan diğer özel televizyonlar yayına
başladılar bile. Gözler haliyle bize çevrildi. “Hazır mısınız?” dendi. Hazır
olduğumuzu ifade edince de; “Test yayınlarına başlayacağız. Altmış kaset,
altmış film yapılsın. İki ay test yayınına hazırlık yapın” diye talimat geldi.
O talimatı aldığım gün çok sevinmiştim, hayallerimizi gerçekleştirmek için
ilk adımı atıyorduk. Etrafımızdaki insanların bunu havsalaları almıyordu ama
ben bu işin üstesinden geleceğimize adım gibi inanıyordum. Bir insanın bir şeye
inanması; başaracağına dair problemin yüzde ellisini çözüyor. Genel
Müdürümüz Resul İzmirli Bey çeşitli toplantılarda: “Ragıp Bey öyle sağlam
durmasaydı bu işlere başlayamazdık” diyerek bize iltifat ettiği çok
olmuştur.
Elhamdülillah, zaten daha önce çekimler için denemeler yapmış, sinemanın inceliklerini kavramıştık. Bu radyo tiyatroları; sinemanın görüntüsüz şekli sayılırdı. Görüntüsüzde üstün muvaffakıyet göstermiş, görüntülüde de ondan geri kalmamıştık. Onlarca eserin senaryosunu yazdık, fizibilitesini çıkardık. Artık sinema zamanı gelmişti. Sahasında uzman tecrübeli ekipler kurarak, eski radyo tiyatrolarını sinemaya aktardık. Turgut Özal vefat ettiği zaman. 1993 senesi Nisan ayında test yayını yapmadan direkt normal yayına başladık. Yayın başlayınca biz de yapım ekiplerini çoğalttık.
Bir film üç aydan önce tamamlanmıyordu. Bir ay hazırlık, bir ay çekim, bir
ay stüdyo çalışmaları sürüyordu ortalama… Önce on bilahare onbeş film yapım
ekibim olmuştu. Davana tam inandın mı olmazlar oluyor, imkânsızlar
başarılıyordu. O zaman Londra’dan yayın yapıyorduk. Hangi filmlerin
yayınlanacağının listesini önceden ilan ediyorduk. Kimisi çekimde, kimisi
dublajda, kimisi montajda olan filmlerimizi; üstün fedakârlık ve gayretlerle
tamamlayarak, vaktinde Londura’ya göndermeye ve yayınları aksatmamaya muvaffak
olduk. Tabi bunlar çok zor ve yorucu işlerdi. Gecemiz gündüzümüz birbirine
karışmıştı ama manevi mükâfatı çok büyüktü. Onu bilen bilirdi.
Oyuncu seçerken zorlandınız mı? Çünkü Yeşilçam malum… problemli oyuncular
çok…
Oyuncu seçiminde; öncelikle bu işten anlayan arkadaşlarla istişare yaptık. Bize
hiç gelmeyecek sanatçıları az-çok tahmin ediyorduk. Ayırım yapmadan hepsine
kucak açtık. Şöyle düşünüyorduk: “Bir sanat pazarında, alışveriş
dünyasında yaşıyoruz. Biz onların sanatlarına talibiz, onlar da işimize.
Herkes ticaretini yapacak. Bundan tabii daha başka ne olabilirdi? Ufak-tefek
hadiseleri saymazsak bu yaklaşımımız hüsn-ü kabül gördü ve iyi neticeler verdi.
Çok uyumlu çalışmalar yaptık. Sanat alemin kendine has hususi hayatlarına
karışmadık veya görmemezlikten geldik, onlar da bizim dini hayatımıza;
namazımıza, niyazımız karışmadılar… Karşılıklı olarak kıracak, incitecek bir
serzenişte dahi bulunmadık. Belki de hasreti çekilen “zıt kültürlerin birlikte
yaşamasını” bizzat hayata geçirmiştik de farkında değildik.
Bütün projelerimde; hiçbir ayırım yapmadan birçok sanatçıyla bizzat görüşmeler yaptım. Büyük çoğunluk memnuniyetle kabul etti. “Sizi bize yanlış anlatmışlar” diye itirafta bulunanlar bile olmuştu.
Sinema sektörüne girdiğimde “Yeşilçam” denilen sanat dünyası sanki ölmüş
gibiydi. Erotik film furyası başlayınca değerlerine biraz sahip olanlar geri
çekilmiş, meydan arsızın, uğursuzun elinde kalmıştı. İşte Türk sinemasının
bittiği böyle kritik bir dönemde, kameraman, teknik ekip, yönetmen bulamadığım
dönemde uyuyan hücreleri harekete geçirdim. Bu sahada tecrübeli olanların
kimisi cafe işletiyor, kimi lokanta, kimisi başka iş yapıyordu. Onları
bulundukları yerden çekip aldım, ikna ettim; birlikte büyük eserlere imza
attık. Şu anda “TÜRK SİNEMASI” diye bir sektör varsa herkes bilsin ki
temellerini İFPAŞ atmıştır.
TGRTnin emekleri, çalışan vefakâr arkadaşlarımızın alın teri, bu işteki aşkı ve
şevki vardır. Piyasaya çıkıp baktığımızda çalışanların; yönetmeninden kameramana,
ışıkçısından kostümcüsüne, ne kadar teknik ekip varsa yüzde doksanı bizden
geçmiştir.
Düşmanca tavır sergileyenler de vardı lakin hizmetlerimizi aksatamadılar. Bazı
sanatçı dernekleri öyle ileri gitti ki, “Çağdaş Sanatçılar Derneği” diye
kendilerine ait derneklerinde onlarla toplantı yapmışlar. TGRT, İFPAŞ
filmlerinde rol alanlara ceza vermeye kadar işi ileri götürmüşler.
Sanatçılardan bazıları bunları bize anlatıyorlardı. Biliyorsunuz
geçenlerde bir yönetmen isyan etmişti. “Türk sinemasında mafyalaşma var, sektör
belli grupların elinde, Türkiye dışında mükâfat, ödül alan filmlerin
yüzüne bakmıyorlar” diye. Orada öyle karar alanların çoğu yanlış
yaptıklarını anladılar, özür dileyenler bile oldu. Vaktiyle bunlardan birisi de
Kadir İnanır’dı. Geldi görüştü bizimle, “MARZİYYE” diye bir dizi
yaptık onunla. Ama Tarık Akan hiç gelmedi, yüzümüze bakmadı, onun kadar
katısı çıkmadı. Fatma Girik de geldi mesela. Onun çizgisi, duruşu da belli,
ancak filmlerimizde, dizilerimizde severek rol aldı.
Öyle bir duruma gelmiştik ki; Yeşilçam’da insanlar bizimle çalışmak için sıraya girmişlerdi adeta. Çünkü hem haklarını yemiyoruz, hem de adil davranıyoruz. Onlar da sinema aşklarına kaldıkları yerden devam etme fırsatı buluyorlardı. Sömürü düzeni yok. Böyle bir ortamı kim istemezdi ki?
İlâhi mesajlı dini filmleri çektiğiniz için tepki gördünüz mü hiç?
Dini filmlerde, teşvikten başka bir şey görmedik. Yalnız bazı “modern çağdaş”
geçinen gazetelerin, bazı köşe yazarları, onların altında bir şeyler aradılar,
köşelerine taşıdılar. “TGRT olmayan bir şeyleri uyandırıyor” havalarına
girdiler. Tabii bizim gizli saklı bir şeyimiz yoktu. Hepimiz bu memleketin
insanlarıyız, bu milletin değerlerine sahip çıkıyoruz, büyük bir hüsn-ü kabul
görmüşüz. Bu yüzden olsa gerek çok iyi bir çıkış yapmıştık. TGRT büyük bir
rüzgâr estirdi, hayırla yarış başlattı. Ancak 28 Şubat, yani post modern darbe,
o kalpleri ferahlandıran rüzgârı söndürdü, o sönüş her şeyimize tesir etti.
TGRT nin, ticaretimizi, diğer yayınların sekteye uğramasına da tesir etti.
Türkiye sinemasını klasiklerinden oldu yaptığımız filmler. Mahalli
televizyonlarda, diğer birçok kanallarda hâlâ yayınlanıyorlar. Hatta Ramazan-ı
şeriflerde, kandillerde onları yayınlanmak için milli kanallar bile yarışa
giriyorlar. Yurt dışında da takip edenler az değil. Yani otuz senedir tekrar
tekrar seyredilen bu filmlerin Türk insanının kalbinde yer tutmasını büyük bir
muvaffakıyet olarak görüyoruz. Az şey değil bu söylediklerim.
Filmlerin tesirinde kalıp tövbekâr olanlar oldu mu? Diğer bir ifadeyle dindar
olmayan sanatçılardan namaz kılan, mütedeyyin cenaha kayanlar oldu mu?
Çok enteresan hadiselere şahid oldum. Hakikaten göz yaşartıcıydı.
Bişri Hafi hazretlerinin filmini çekiyorduk; sabah güneş doğmadan önce bir
sahne çekmemiz lazımdı. Bütün set ve ekip hazırlanmış, günümüze ait modern
görüntüler kapatılmış, eski zaman görüntüsü kazandırılmıştı çekim platosuna.
Baktım Kadir Savun bir sütuna yaslanmış gözlerinden yaşlar akıyor. “Kadir baba,
hayırdır ne oldu? Kim üzdü seni?” dedim. O da elini salladı: “Git başımdan
Ragıp! Sizden beni üzecek adam çıkar mı? Ben halime ağlıyorum. Ömrüm gitti
Ragıp! Ömrüm boşa gitti. Senelerdir sinema adına, sanat adına koşturdum, bir
incir çekirdeğini dolduracak şey yapmamışım meğer. Ona ağlıyorum. Eskiden böyle
güzel sinemalar, projeler olsaydı vallahi oynardım. Ahir ömrümde bana güzel bir
rol verdiğiniz için ona ağlıyorum. Sizden, Enver Bey’den, Rahim Bey’den
Allah razı olsun. Sizler bizlere gelip teklif etmeseydiniz biz bu değerlerin
farkına varamayacaktık” dedi, ağladı. Beni de ağlattı.
Yine aynı proje de Yılmaz Zafer, Bişri Hafi hazretlerini canlandırıyordu.
Eskişehir’de çekim yaparken Cuma namazına gitmiştim. Meğer o da gelmiş,
arkadaşlara demiş ki ”sakın Ragıp Beye söylemeyin, bu hoş geçiniyor, diğer
projelerde bana rol versinler gibi anlar, çok üzülürüm.” Fakat camiden çıkarken
tesadüfen karşılaştık. “Naber Yılmaz, neden benden kaçıyorsun” dedim?.
“Git, geliyorum” dedi. Yine yanıma gelmedi.
Caminin avlusunda elektronik eşyalar satan yerler vardı. O günün hatırasına;
yeni çıkan çift kaset çalarlardan almış hediye olarak getirdi. Sordum “Niye
benden saklıyorsun, ayıp değil ki? Türkiye Müslüman bir memleket. ” Güldü,
bana döndü: “Yaa Ragıp, bildiğin gibi değil, ben Fatih doğumluyum. İlkokulu
Muallim Yahya’da okudum, Fatih ruhuyla büyüdüm. Fakat büyüyüp serpilince bütün
mahalleli ağız birliği etmişcesine: ‘sen yakışıklısın, şusun busun… ne işin var
buralarda, doğru Yeşilçama’ dedi, beni Yeşilçama adeta ittiler. Gidiş o gidiş,
daha da çıkamadım! Zaten peşimi de bırakmadılar. O filmden diğerine koştum
durdum! Şöhreti yakalayınca da işişten çoktan geçmiş oldu! Bu projede böyle bir
hava yaşayınca aklım başıma geldi sanki. Eski günleri hatırladım, kalbim
yumuşadı. Bir nevi büyük bir u dönüşü yaptım. Biz de müslüman çocuğuyuz ama
şartlar seni sürükleyip alıp götürüyor.” Sadece “haklısın Yılmaz Bey”
diyebildim.
Sonra biz de “UFUKTA BİR AĞAÇ” filminde oynadı, hastalığa yakalandı bir pisliğe falan bulaşmadan vefat etti. Allah rahmet eylesin.
Yine filmimizdeki mübarek zatın tesirinde kalıp tam tövbe
edenlerden biri de Nevin Aypar’dır. Bişri Hafi hazretlerinin bir sahnesinde
ağlıyordu. Ağlamasını durduramadım, çekim bittiği hâlde iki gözü iki çeşme yine
ağlıyordu. “Nevin abla maşallah ne rol yapıyorsun” dedim “bak hâlâ ağlıyorsun,
beni de ağlattın!”
Gözlerinin yaşını silerek bana döndü: “Ben
ağlamayım da kim ağlasın! Güzelsin diye diye sinemaya bulaştırdılar! Para, şan,
şöhret, alkış görünce de dönemedim, gençliğim günah deryasında geçti gitti!
Güzelliğim gitti, ömrüm geçti, bu zamana kadar geldim ama neye yarar ki? Harap
olmuş bir iskeletim artık! Sana bir şey söyleyeyim mi? Ben Mısır valisi
Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunuyum, yani muhafazakâr bir
aileden geliyorum. Bu projede duyduklarım unuttuklarımı hatırlattı, aklımı
başıma getirdi. Bak Ragıp; bundan sonra namazımı kaçırmayacağım ve tesettüre
gireceğim.” Ben içimden; “herhalde bir anlık heves” dedim. Sonra bir
gün TGRT’de dediler ki bir ziyaretçin var. Baktım uzaktan bir hacıanne,
meğer Nevin Aypar’mış. “Bak Ragıp ben dememiş miydim? Sözümün eriyim.
Bugün havaalanına indik ilk işim sana uğramak oldu. Umreden geliyorum.” Bana
hurma, zemzem falan getirmiş, çok sevindirmişt.
Yine bir Ermeni ailesinin hep birlikte Müslüman
olması ki; çok uzun hikâye, bazı yönetmenlerin, Reha Yeprem’in, onun hanımının
namaza başlaması gibi çok hatırlarım var. Onların çoğunu sanat edebiyat
kaidelerine uyarak yazdım. “Saadet Güneşi” isimli internet sitesinde bu tip
hatıralarımın çoğu yayınlandı. İsteyen oradan detaylı okuyabilir.
Günümüzde bazı film ve diziler var onlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yazmaktan film seyretmeye vakit bulamıyorum. Dolayısıyla da çoğunu
seyredemedim. TRT de “Diriliş” ilk yayınlandığında herkes gibi ben de merak
ettim bir müddet seyrettim. Çünkü reklâmı çok yapılmıştı, o yüzden onu takip
etmeye karar vermiştim. İlk on beş dakika baktım, on beş adet hata tesbit
ettim, bütün aşkım, şevkim bitti. Daha da televizyon karşısına geçedim. Bana
“niye hataları görüyorsun” denilebilir. Ama ömrünü bu işlere vermiş biri için kolay
olmuyor görmemezlikten gelmek. Sonra o gördüğüm hatalar da basit hatalar da
değil. Mesela; o kostüm ve aksesuarlar hiç Selçuklu devriyle alakalı değil. Şu
anki telakkilere göre, yabancı filmlerden devşirilmiş yakıştırmalar. Biraz
ordan biraz buradan. Oysa kendi kültürümüze uygun kostümler yapmak zor da
değil…
İkincisi; insanların bıyıkları dudaklarını kapatıyor. Osmanlı ve Selçuklu çok
halis Müslümanlar. İslamiyete harfiyen uyuyorlar. Yeni müslüman olmamışlar ki
hatalı işler yapsınlar! Dinimize göre bıyıkların dudak kırmızısını
kapatması doğru değil.
Üçüncüsü sakallar: Sanki Firavun sakalı… İnsan hiçbir şey bilmiyorsa bir
bilene sorar. Madem sakal yapıyorsunuz, sünnete uygun yapın. Gidin firavun
rölyeflerine bakın, kitaplardaki motiflerine bakın aynısı. Bu basit bilgiler
o devirde de biliniyordu. Bunlarınki “ben yaptım oldu” kabilinden.
Dördüncüsü; Muhyiddin Arabi hazretlerini konuşturuyorlar mübarek;
“olanaklarımız ölçüsünde yanıtlayacağım” diyor. Bir İslam alimini
konuşturuyorsun, onun tahsiline münasip cümleler kurmak çok mu zor? Olanak
yerine imkân, yanıt yerine cevap kullanılsa anlamayacak mı bu millet? Demiyorum
ki çok ağdalı konuşsun.
Beşincisi: Hele bey kızlarının saçları taa bellerine kadar uzanıyor. Selçuklu
kızları böyle saç uzatırlar ama namahreme de dikkat ederler. Bunlar hakiki
müslüman, saçının telini dahi göstermezlerdi. Karma karışık bir cemiyet
fotoğrafı var ortada.
Altıncısı: Bey kızları bey avlama peşindeler. O devrin anlayışına zıt, uydurma,
hatta iftira denilecek bir tutu. Bizim evliya filmlerinde ağır bir konu var mı?
Evliyanın hayatı düz, kavga yok, gürültü yok, taş atsan bile eyvallah diyen
insanlar, buna nasıl gerilim vereceksin? Kalkıp da Avrupa filmleri
gibi Bizans entrikalarıyla Selçuklu’yu anlatırsan, millet de “Ecdat böyle
miydi” diye sormaz mı?
O zaman filmin başında tek tek saymıştım. Böyle bariz on beş hata tesbit edip yazmıştım da. İşte bu yüzden seyretmedim, yani yine seyretmiyorum. Sevdiğim bazı insanlar çok takipçileri olduğunu söylüyorlar. “Kötünün iyisi” olduğunu söyleyenler de var. Onlar; “şimdiye kadar bu kadarı bile yapılmadı” modundalar. İyimser açıdan bakıyor, öyle düşünüyorlar.
“Muhteşem Yüzyıl”da Kanuni gibi bir padişahı o kadar kötü gösterdiler ki,
insan nefret ediyor, yapılanlardan utanıyor yani. Herkes kendi zihniyetini
gösteriyor filimlerde, dizilerde… İnancı, imanı olmayan biri Osmanlıyı nasıl
anlayacak da doğru anlatacak? Yani “ben hükümdar olsam böyle yaşarım” demek
istiyor. “Müslüman bir sultan nasıl olur” bu mantık yok adamlarda. Yarı masal,
yarı yalan, biraz entrikayla, suni mesaj kaygısıyla tarihi ve sinemayı altüst
ettiler. Köküne kezzap döktüler.
O kadar sinema birikimini birden bıraktınız! Doğru mu?
İlk bakışta yanlış gibi görünse de bu sektörde yapacağımı yaptım. Alnım açık,
zaten vaktim de yok. Çocuklar için faydalı olduğuna inandığım kitap projelerim
var. Allah ömür verirse onları tamamlamak istiyorum. On bir cild Ayşe ile Ömer
serisini var daha üçüncü ciltteyim. Aynı zamanda ressamım, kendi kitaplarımın
resimlemesini de kendim yapıyorum. Bir düzine çocuk hikâyeleri projem var daha
bir adet yazmışım. O yüzden film, dizi seyretmeye, yeniden o kulvarda mücadele
etmeye hem cesaretim yok, hem de vaktim… Sabah saat yedide evden çıkıyorum gece
yirmi birde dönüyorum. Yemek, namaz saymazsak full çalışıyorum. Bu yaşta
böyle çalışmak kimseye kolay kolay nasip olmaz. Şunu da anladım ki; iş yapmak,
eser ortaya koymak isteyenin fedakârlık yapması şart. Bir insan; “hem gezip
oynayacağım, hem iş yapacağım” diyerek muvaffak olamaz! Kesin böyle. Bir
koltukta iki karpuz taşınmıyor. Bakın, görün; tarihte böyle üstün başarılı
insanların hepsi de aşırı fedakârlık gösterenler.
Son olarak gençlere birkaç cümle tavsiyeniz var mı?
Gençlere tavsiyem; akılları varsa etraflarına ibretle baksınlar. Bir kere
“hayat ne demektir” sorusunu kendilerine sorsunlar. Çok küçükken bu soruyu çok
sorardım kendime. Yine insan “doğduğu günden bu yana tek bir yolculuğa
çıktığını” düşünmeli diyorum, bu da “ölüm yolculuğu.” Yani doğan bir
insan her an ölüme doğru yürüyor, o akibetine yaklaşıyor. Siz buraya
geldiğinizden bu yana neredeyse bir iki saat geçti. Yani, o kadar daha
ölüme yaklaştık. Bir ölüm yolcusu ne yapacaksa onu yapmak gerekir, diye
düşünüyorum. Bunun için de ömrümüzün kıymetini bilelim, her şeye yetmediğini
de… Hayat çok çok kısa. Şimdi ben altmış dört yaşına gelmişim, daha dün gibi…
Siz de diyeceksiniz bunu. Şimdiden yirmi sene, kırk sene nasıl geçti
diyorsunuz. Babam yüz küsür yaşında, “daha dün gibi” diyor hâlâ çocukluk
hatıralarını anlatıyor. Eski peygamberler zamanında bin sene yaşamışlar.
Düşünün bizim ömrümüzün kısalığını… “Hızla ölüme doğru gidiyoruz”
hakikatini iyi düşünmeli, ona göre de dünya için, ahiret için hazırlık
yapmalıyız. Bunu düşünerek zamanı iyi kıymetlendirmeleri lazım gençlerin ve
bütün her yaştaki insanın. Okuyanlara, gençlere tavsiyemiz olsa olsa bu
olur.
Ömrü en iyi şekilde doğru kitap okuyarak, namazını dosdoğru kılarak, faydalı
şeylerle geçirmeleri lazım. Boş vakit yok. Geçirdin mi uçtu gitti. İstesende
geri getiremezsin “eyvaah!” desen de nafile. Oysa bir takım elbise alsan,
beğenmesen giymeyiverirsin. Olmadı değiştirirsin. Ama geçen zamanı değiştirme
bir daha yaşama şansın hiç yok. Yüz maddelik işin varsa en kıymetlisini en
ehemmiyetlisini en önce ve zamanında yapmalısın. Seyyid Abdülhakim Efendi’nin dediği
gibi “Ehemmi mühime tercih etmek lazım…” Yani bir önemli var, bir de daha
önemli var. Daha önemliyi seçerek zamanı iyi kıymetlendirmeli. Gençlere bu işin
ehemmiyeti hissettirilir, doğru davranışlar öğretilirse bence bu onlar için
kâfi olur.
Efendim bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Biz de size teşekkür ederiz, hissiyatımı paylaştığınız için.
***
İlgili Haberler
Kerkük’ün Türk kimliği değiştiriliyor!
Kartal Belediyesi kreşlerinde “Yes To Science” bilimsel eğitim projesi uygulanıyor
AYGAD Basının Problemlerini Gündeme Getirdi
Kayıt Dışı Korsan Çalışan Elektrikçilere Dikkat Edin
Ulusal Taşıt Tanıma Sistemi (UTTS) Montaj Başvuruları Erişime Açıldı!
Kripto para Bitcoin haftaya yeni rekorlarla başladı